Yanımızdakinin başarısı içimizde buruk bir his bırakıyorsa, bir arkadaşımızın istediği bir şeyi alması bizde ‘Neden o, ben değilim?” düşüncesi uyandırıyorsa… Evet, bu duygunun adı haset. Belki de pek çok insanın hissettiği ama itiraf edemediği ya da kabullenmekte zorlandığı bu duygu, ilişkileri zedeliyor, insanı içten içe kemiriyor.
“Onda var, neden bende yok?” düşüncesi zihninizde sıklıkla dolaşıyorsa bu cümlenin içinizde bıraktığı duygunun temelleri ne zaman atılmış olabilir? Haset zararlı bir duygu mu? Kıskançlıktan farkı ne? İlişkileri neden yıpratır? Bu duygu neden ve nasıl oluşur? Ve en önemlisi, nasıl yönetilir? Birlikte düşünelim.
Haset Nasıl Bir Duygu? Nasıl Ortaya Çıkar?
Haset duygusu erken çocukluk döneminde farkında olmadan temelleri atılan bir duygudur. Bu duygu, “Annem onu daha çok seviyor!”, “Neden onun oyuncağı daha güzel?”, “O yıldız aldı, ben alamadım” gibi anlarda kendini göstermeye başlar.
Kıskançlık, “Onun var, benim de olsun” şeklinde bir arzuyla ortaya çıkarken; haset daha yakıcıdır: “Benim yoksa onun da olmasın.”, “Ben neden eksiğim?”, “Neden ondan daha azım?” soruları; hasedi besleyen düşüncelerdir.
Psikolojik açıdan değerlendirildiğinde; rekabet ortamında büyüyen, sürekli kıyaslanan bireylerde daha sık görülür. Kendini yetersiz hissetmek ve özdeğer eksikliği hasedi derinleştirir. Bu duygu, kişinin hem psikolojisini hem de maneviyatını zedeleyerek ruhsal bir yaraya dönüşebilir.
Sosyal medya gibi platformlar ise bu duyguyu daha da tetikler. Çünkü başkalarının hayatlarını izleme imkânı, kıyaslamaları sürekli hale getirir:
· Başkasının arabası
· Başkasının evi
· Başkasının kıyafetleri
· Başkasının başarısı
Bu gözlem hali, kişiyi pasif bir izleyiciye çevirir. Sürekli para, başarı, statü gibi unsurlar üzerinden yapılan kıyaslamalar bir süre sonra içsel fırtınalara dönüşür. Öfke patlamalarına, dedikodulara hatta kendine yönelmiş bir savaşa evrilir. Ancak unutmamak gerekir ki dışarıdan görülen hayatlar çoğu zaman gerçekliğin sadece küçük bir parçasıdır.
Çocukluktaki Rekabet Hasedi Tetikler mi?
Rekabet kapitalist sistemlerde “Büyük balık, küçük balığı yer.”, “En iyisi ayakta kalır” anlayışıyla desteklenir. Bu tarz toplumlarda özellikle daha çok başarı takdir edilir. Statü her şeyden önce gelir. Yetiştirme tarzı da buna göre şekillenir.
Rekabeti destekleyenler, çocukların bu uygulama ile daha fazla çalıştığını ve kendi sınırlarını zorladığını dile getirir. O yüzden de bütün sistem buna göre kurulur. Üniversite sınavı, iş hayatı bu anlayış üzerine olduğu için çocukların da küçük yaşlardan itibaren buna alışması gerektiği savunulur. Bu görüş ile “Başkalarından iyi olmak” anlayışı kişinin içine yerleşir ve bireysellik teşvik edilmiş olur. Dolayısıyla hasedin dinamiti de burada yerleştirilmiş olur.
İnsanın içini kemiren zihniyetin anlayışıyla “En iyi ben olmalıyım”, “Başkası başarısız olursa bu benim işime gelir”, “O kazanırsa ben kaybederim” gibi düşünceler normalleşir. Bu da insanları yalnızlaştırır ve birbirinden uzaklaştırır.
Buna karşılık iş birliğine ve yardımlaşmaya dayalı olan ve dünyada oldukça başarılı bulunan modeller de vardır. Bunlardan biri Finlandiya eğitim modelidir. Bu modele göre öğrenciler arasında yarış yaptırılmaz, kendi potansiyeline göre gelişmesi sağlanır. Daha çok; birlikte öğrenme amaçtır. İş birliği, yardımlaşma ön plana çıkarılır. Kendi hızında ve kendi tarzında öğrenim desteklenir. Öğrenme baskıyla değil, gelişimi takip ederek yapılır. Bu anlayışla “Başarı, başkasını geçmek değil; dünkü kendinden daha iyi olmaktır.”
Bu içsel motivasyonla küçük yaşlardan itibaren “Herkesin güçlü bir yönü vardır” anlayışı yerleşir. Problem çözme becerileri “Ben bu bilgiyi nasıl kullanabilirim? Bu sorunu başka bir açıdan çözebilir miyim?” gibi sorularla şekillenir. İşte bu anlayışla yetişen biri, başkasının hayatıyla, aldığıyla, yaptığıyla ilgilenirken dayanışma için iş birliği kurmak için ilgilenir. Yoksa “Komşunun arabası kaç modelmiş?” Bende niye yok?”, “Komşunun çocuğu hangi okulu kazanmış?”, “Telefon markası neymiş?” diye kıyaslamalar yapmak yerine “Ben ne istiyorum? Benim potansiyelim ne?” gibi içsel sorulara odaklanır.
Çünkü bu zihniyetle yetişen biri, yarış odaklı değil; paylaşım odaklıdır. Burada amaç, zayıfı geride bırakmak değil; zayıfı da destekleyerek hep beraber daha iyiye yönelmeyi hedeflemektir. “Hep birlikte var olabiliriz!” anlayışıyla başkasının da çıkarını gözetmek esastır.
Hasedin Zararları Neler?
Haset ne yazık ki dışarıdan belli olmasa bile kişinin içini yavaş yavaş kemirir. Çünkü başkasının kaybı üzerine şekillenen zihin yapısı, aslında en büyük zararı sahibine vermiş olur. İmam Gazali’nin Öfke, Kin, Haset ve Kurtuluş Yolları kitabında hasetle ilgili çarpıcı bir ifade var:
“Haset eden kişi, önce kendisini yakar!”
· Kendisini sürekli başkasıyla kıyaslayan kişi; kendi değerini, yeteneklerini göremez. Dolayısıyla kendisini sürekli küçümser.
· Aile bağlarını zayıflatır. Akrabalık ilişkilerine zarar verir.
· Zamanla kişi kendisini depresyon içinde bulabilir.
· Sürekli başkalarının hayatına odaklanmak, kişide mutsuzluk hissi oluşturur.
· Toplumda birliği zedeler.
· Yardımlaşma duygusuna zarar verir.
· Başkasının başarısını tehdit gibi algılar.
· Başkasının iyiliğini istemek yerine, kötülüğünü ister.
· Elimizde var olanı değersizleştirir.
· Elimizdekine şükretmeyi engeller.
· Sürekli bir tatminsizlik hissi oluşturur.
· Etrafımızdakilerle, hatta hiç tanımadığımız insanlarla kendimizi kıyas içinde bıraktırır.
Oysaki birinin mutluluğu diğerine zarar değil; umut olmalıdır. Bunu toplum olarak da dünya olarak da tecrübe ederek gözlemliyoruz: Pandemi dönemi, savaşlar, açlıkla mücadele, küresel ısınma… Dünyanın yaratılışı denge içinde ve doğadaki bütün canlılar bir şekilde birbiriyle bağlantılı yaşıyor. Yaşam da bir ağ gibi. Birine gelen bir zarar, aslında yine bize geri dönüyor.
Hasetle Başa Çıkmak Mümkün mü?
Hasetle başa çıkmak kalbin içine cesaretle bakmayı gerektirir. Farkındalık olmadığında bütün duygular insanı yönetir. Öfke, üzüntü veya korku gibi duyguları sağlıklı bir forma dönüştürmek elimizde. Haset de farkındalıkla gıptaya, motivasyona, hatta hem karşımızdakine hem de kendimize duaya dönüşebilir.
İnsan olmanın en kıymetli yanı zaten bu farkındalık içinde olmaktır. Her duygu gelip geçebilir, ama biz duyguya göre davranmak zorunda değiliz. Hasedi fark ettiğimizde, onu bir işaret olarak görüp ilişkilerimizi iyileştirme fırsatına çevirebiliriz.
O zaman başkaları tehdit oluşturmaz. Kendimizi başkalarıyla kıyaslamaz, içimizdeki potansiyelle ilgileniriz.
O zaman hayatımızdaki nimetleri fark edip hem kendimize hem de etrafımızdakilere şefkatle bakabiliriz.
O zaman “Her koyun kendi bacağından asılır” demeyiz.
O zaman başka bir yerde bomba atılırken “Bana ne!” anlayışından kurtuluruz.
O zaman “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” demeyiz!
O zaman başkasının acısına duyarsız kalmayız.
O zaman nasibi görürüz. Takdiri, rızayı anlamaya başlarız…
Öyleyse içimize kulak verelim:
· Ben gerçekten ne istiyorum?
· İlham almak için başarısını beğendiğim kişinin hangi yönlerini örnek alabilirim?
· Ben ne yapabilirim?
İçimizdeki sesi bastırmak yerine, onun ne söylediğini duymayı öğrenirsek; haset, içimizi kemiren bir zehir olmaktan çıkar; bizi geliştiren bir çağrıya dönüşür.